Charlie Hebdo’nun tahrik dolu yayınlarının Avrupa’yı kasıp kavurmasının üzerinden on yıl geçti. Onun, 2005’te Danimarka’da Jyllands-Posten gazetesinde yayımlanan provokatif karikatürleri gündemi çokça meşgul etmişti. Şimdi ise şaşırtıcı olan, benzer bir çirkinliğin bu kez Paris’te değil, İstanbul’da sahnelenmesi. Zaman ve mekân farklı olsa da tüm bu vakaların ortak bir yanı var: Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa’ya dil uzatmak, onu sözde özgürlük adı altında küçültmektir. Bu hadsizliği yapanlar hiciv adıyla yahut l’art pour l’art “sanat için sanat” bahanesiyle kendi sapkınlıklarına zemin hazırlamaktadırlar.
Oysa bu mesele hiçbir zaman gerçek anlamda sanat meselesi olmamıştır. Batı’da Efendimizin hakaretamiz tasvirleri daha 12. yüzyılda ortaya çıkmaya başladığında da sanatın masumiyetinden uzaktı, bugün de öyledir. Müslümanlar açısından bakıldığında ise mesele hiçbir zaman sanat olmamıştır; zira bu tasvirler bilerek incitmek, tahrik etmek ve kin uyandırmak için yapılmaktadır.
Zira Müslüman için sanat, hakikatten ve kulluktan kopuk bir heves değildir. Her işimiz nasıl Allah içinse, sanat da o niyetle icra edildiğinde sahici güzelliğe ulaşılacaktır. Bizim sanatımız nefreti değil muhabbeti, alayı değil takdiri, çirkinliği değil güzelliği dile getirir. İşte bu yüzden, Müslüman sanatının en değerli konusu Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ta kendisidir.
Edebiyatımızda Efendimiz (s.a.v)
Düşünün ki İslam ilimlerinin en kapsamlı dallarından biri doğrudan Efendimizin sözlerini, davranışlarını, sessiz onaylarını kaydetmeye adanmıştır: Hadis ilmi. Bu sebeple o, belki de dünya üzerinde en detaylı şekilde kayıt altına alınmış insandır. Hatta hadis külliyatının ötesinde, onun fiziksel ve ahlaki vasıflarını konu alan özel bir eser türü vardır: Şemail eserleri. Tirmizî’nin el-Şemâil’inden Begavî’ye, Kādî Iyâz’dan Süyûtî’ye, İbn Kesîr’den Kastalânî’ye kadar nice âlim onu anlatan eserler kaleme almıştır. Bu, aşk değil de nedir?
Fakat belki de sevgimizi en içten ifade ettiğimiz saha şiirdir. Daha Efendimiz hayattayken Hassân b. Sâbit, Ka’b b. Mâlik gibi sahabeler onu methiyelerle müdafaa etmiştir. Sonrasında Arap şiir geleneğinde Peygamber’e naat yazmayan şair yok gibidir. Arapçanın dışında da neredeyse her Müslüman halkın dili ona yazılmış övgülerle doludur.
Bir Arap şair ne güzel söyler:
كُتب الأنامُ لنا فكانَ قصيدةً
كنتَ البديعَ الفردَ من أبياتها
İnsanlık bizim için bir şiir olarak yazıldı,
Ve sen onun dizeleri arasında eşsiz, benzersiz bir mısrasın.
Türkçeden Svahili’ye, Somaliceden Malaycaya, Farsçadan Hausacaya bu naatlar saymakla bitmez. Bosnalı şair Namık Walker “Bilirsin Ey Muhammed’im, sana canımı vereceğim,” derken; Fulani prensesi Nana Asma’u Hausa dilinde Efendimiz’i anlatan 318 beyit yazarken; İkbal Azim kendini kınayıp “Sen Kim Muhammed’i methetmek kim, bu cüret değil de nedir?” diye hayıflanırken hep aynı aşk dile gelir.
Bu yüzden naat ve mevlid Türkçe ile Farsçada nūr-nāma, Urducada madhunabi, Batı Afrika’da müstakil bir tür olmuştur. Yine de Resulullah aşırı övgüye karşı şöyle uyarmıştır: “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı yücelttikleri gibi siz de beni yüceltmeyiniz...” (Musnad Ahmed, Buhârî). Âlimler bu dengeyi her daim hatırlatmıştır. Peki bu ihtiyat olmasa halimiz ne olurdu bir düşünün!
Hat Sanatımızda Efendimiz (s.a.v.)
Müslümanlar, -suret çizmek İslam dininde hoş karşılanmadığı için- Peygamberimizi tasvir etmek yerine, hürmet ve sevgilerini hattın incelikleriyle dile getirmiştir. Kufi’den sülüs’e Arap harfleri adeta sevgimizi dokuduğumuz bir tuvale dönüşmüştür. Bunun belki de en zarif örneği Osmanlı’nın hilyeleridir. Hafız Osman’ın 17. yüzyılda geliştirdiği bu gelenek, Efendimizin vasıflarını yazı ve süsleme ile aktarır, böylece imajını bakanın hayallerine bırakır.
Güllerle Anlatılan Sevgili
Özellikle Osmanlı ve Fars kültürlerinde Peygamberimiz “çiçeklerin sultanı” gül ile sembolleştirilmiştir. Tezhiplerde, minyatürlerde, ebrularda güller açar; şairler de gül üzerinden ona methiyeler dizer.
Dillerimizde Efendimiz (s.a.v.)
Muhammed ismi dünyada en çok konulan isimlerden biridir. Öyle ki İngiltere gibi gayrimüslim ülkelerde bile en yaygın erkek çocuk ismi olmuştur. Türkiye’de en çok verilen isim “Mehmet”tir; bu, doğrudan “Muhammed” demeye çekinip hürmeten değiştirilen bir söyleyiştir. Batı Afrika’da bazı aileler bütün oğullarına Muhammed ismini koyar; sonra Evvel, Sanî, Sâlis (birinci, ikinci, üçüncü) diye ayırır.
Saygı unvanlarımız da saymakla bitmez: O’na Arapçada “Sayyid”, Türkçede “Efendimiz”, Urducada “Piyaray”, Farsçada “Cânam” der. Yoruba Müslümanları bile onu “Adewale” (taçla gelen) veya “Kehinde” (son doğan ama en büyük) gibi şiirsel lakaplarla anar.
Müzelerde O’na (s.a.v.) Ayrılan Yerler
Modern çağda müzeler kültürün koruyucusu sayılıyor. Dünya Müslümanlar Birliği’ne bağlı Uluslararası Sergi ve Peygamber’in Hayatı Müzesi, Mekke, Medine, Rabat, Dakar ve Nuakşot’ta merkezleriyle hizmet veriyor. Yakın zamanda Cakarta’da da bir merkez açılması hedefleniyor. Amman’da Peygamber Müzesi var. İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda ise O’na (s.a.v.) Has Oda ayrılmıştır.
En Büyük Sanat: Sünneti Hayatımıza Taşımak
Ama tüm bu sanatların üstünde bir sanat var ki o da Efendimizin örnek ahlakını yaşamak. Zira Rabbimiz onu “en yüce bir ahlak üzere” (Kalem, 4) ve “izlenesi bir örnek” (Ahzab, 21) olarak bize göstermiştir. Allah’ı seviyorsak, O’nun Resulüne tabi oluruz (Âl-i İmrân, 31). İşte Müslümanın en büyük sanatı budur: sünnet sanatı.
Bugün bazıları Peygamberimizle alay etmeyi hüner sayarken bizim savunmamız önce kendi evimizde başlamalıyız. Çocuklarımıza dünyayı onun gözünden görmeyi öğretip, onun hayatını okuyup, kalbimizde O’nun (s.a.v.) yerini yücelterek bu saygıyı davranışlarımıza taşımalıyız. Böylece biz Peygamberimizi çizeriz fakat kâğıda değil, kalbimize.
Allah’ın salâtı ve selamı O’nun üzerine olsun!
0 Yorum